Bugün billboardlarla, LED ekranlarla kaplanmış şehir duvarlarının bir zamanlar bambaşka bir dili vardı. O dilin en coşkulu sözcükleri ise tuluat tiyatrolarının afişleriydi.
Ve o afişleri, sabahın ilk ışığında ya da gece yarısı gizlice, tutkuyla, dikkatle yapıştıran birileri vardı: afiş asıcıları.
Onlar sadece kâğıt yapıştıran işçiler değil, aynı zamanda sokak tiyatrosunun ilk habercileriydi.
“Kel Hasan Efendi bu akşam sahnede!”, “İbiş gene işler karıştırıyor!” gibi yazılar, mahallelinin neşesini belirlerdi.
Tiyatroya gitmeden önce oyun afişini duvarda görmek, seyircinin merakını kamçılardı — çünkü her afiş, bir sahnenin kapısını aralardı.
Afiş asıcılar, tiyatronun uzatılmış eli gibiydi.
Kimi zaman bir bisikletin arkasında, kimi zaman omzunda afiş ruloları ile mahalle mahalle dolaşır, duvarların nabzını tutarlardı.
Elinde fırça, belki çürümüş bir yapıştırıcı tenekesi; sırtında İstanbul’un gürültüsü...
Yağmurda afişi korumaya çalışır, bazen karanlıkta duvara sığdırmaya çalıştığı “perşembe matineleri” yazısına takılırdı gözleri.
Ama şimdi ne tuluat kaldı sokakta, ne de duvarlara şiir gibi asılan o afişler.
Yerlerini dijital afişler, kaydırarak geçilen duyurular aldı.
Siz hiç duvarda bir oyun afişi görüp de merakla tiyatroya gittiğiniz oldu mu?
Tiyatro sadece sahnede mi yaşar, yoksa sokaklarında da mı bir tarihi vardır?
Bugünün sokaklarında hâlâ böyle bir iz bırakılabilir mi?
Ve o afişleri, sabahın ilk ışığında ya da gece yarısı gizlice, tutkuyla, dikkatle yapıştıran birileri vardı: afiş asıcıları.



Afiş asıcılar, tiyatronun uzatılmış eli gibiydi.



Ama şimdi ne tuluat kaldı sokakta, ne de duvarlara şiir gibi asılan o afişler.
Yerlerini dijital afişler, kaydırarak geçilen duyurular aldı.


